Türkiye’de yaşamak bir hayatta kalma savaşıdır. Savaştır çünkü istediğiniz her küçük şey hatta günlük rutinleriniz için bile çaba harcamaktır. Bir yerden bir yere gitmek, işlerinizi halletmek için kuyruklarda beklemek, sonu gelmeyen sınavlara girmek… Sizinle birlikte aynı havayı soluyan yetmiş milyonun içinde kendinizi bir adım öne geçirmek için hayat boyu verdiğiniz mücadele size farkına varmadan yeni beceriler veya duygular kazandırır… Bunlardan en önemlisi “hırs” ve “daha iyiyi isteme” dir.
Bu yüzden, çocuğunuz olduğu andan itibaren hatta olmadan onun için gerekli eğitimi, hayatı için yapabileceklerinizi planlamaya başlarsınız. Mezun olur olmaz, her iş başvurusunda karşınıza çıkan yabancı dil talebinden edindiğiniz deneyimle, aman dersiniz daha anaokulundan itibaren başlamak lazım yabancı dile. Okul araştırırsınız, karşınıza çıkan binlerce seçenekten en iyisini; bütçenizin üzerinde bile olsa seve seve feda edersiniz. Ama bununla da bitmez, en iyi ilkokul, dershane, lise, özel ders, üniversite, üniversiteden sonra yurtdışı dil eğitimi veya yüksek lisans derken, bir bakarsınız yıllar boyu hiç tatile gidememişsiniz. Dahası çocuğunuz sizin tüm fedakârlığınız ve çabalarınızın karşılığında mezun olmuş fakat ya layık olduğu işte çalışmıyor veya işinde mutsuz. Düşünürsünüz, yıllarca süren bu çabanın sonucunda, çocuğum kazandığı parayla nasıl yaşamını garanti altına alacak ve nasıl bir aile kuracak. Hep hayatın somut taraflarına odaklanırsınız. Bu arada görmezden gelirsiniz, dünyaya getirip sizin sahip olamadığınız her şeye sahip olmasını istediğiniz yaşama kaynağınız, tüm hazineniz olan çocuklarınızın beslenme alışkanlıklarını, spor yapıp yapmadığını, arkadaş çevresini, olaylara ve yaşama bakış açısını. Mesleğini eline aldı mı, hiçbir zorluk dokunmaz sanırsınız artık ona, mücadelenizi kazandınız sanırsınız.
Hâlbuki okul hayatında çok başarılı olup, duygusal anlamda hala çocuk olan bir sürü yetişkin vardır Türkiye’de ki yaşamda. En küçük zorlukta annesinin dizlerinin dibine saklanmayı bekleyecek, görünmez olmayı dileyecek, hayatı yaşamaktan ziyade; geçiştirmekle meşgul pek çok yetişkin…
Burada bir bebeği doğar doğmaz; soğuk, sıcak, kalabalık, gürültü demeden her ortama taşıyorlar. İstiyorlar ki, çocuk dış dünyayla sürekli ve özgürce etkileşim içinde olsun. Pisliğine aldırmadan, yere düşürdüğü emziğini ağzına geri koysun. Hem bağışıklık sistemi, hem de zekâsı gelişsin. Kimse stres yapmıyor çocuk yetiştirme konusunda. Ağlıyorsa istediği bir şey olmadığı için, dönüp bakmıyorlar bile. Herkesin gittiği okula gönderip, fazladan bir eğitim verme gayretine bile girmiyorlar. Çocuklarının ileride hangi mesleği yapacağıyla hemen hemen hiç ilgilenmiyorlar. Onun yerine daha bir yaşına girmemiş bir çocuğun eline, diş fırçasını verip, hijyen alışkanlığı kazandırma, iki yaşında paytak paytak yürürken kendi çantasını taşıma vb. kişisel yetkinlik kazandırmaya odaklanıyorlar. Çocuk daha anaokuluna gitmeden anne ve babasıyla spor yapmaya başlıyor burada. Daha okuma yazma öğrenmeden, yüzmeyi, paten yapmayı, bisiklete binmeyi öğreniyor. Anne babalar eğer çocuklarına okuldan çok ödev verilirse, isyan ediyorlar. Çünkü onların gencecik yaşlarında, bir yarış atı gibi, nefes almadan ders çalışan robotlar değil, çocukluklarının tadını çıkaran çocuklar, olmalarını istiyorlar. Aynı filmlerde gördüğümüz gibi, evlerde beraberce süslü kurabiye ve şekerlemeler yapılıyor, sıcak yaz günlerinde macera olsun diye bahçelere kurulan çadırlarda çocuklar uyuyor, evcil hayvanlarının sorumluluklarını taşıyor, akşamları ailecek oyunlar oynanıyor. Kendini ifade etme, kendi kararlarını verme ve bu kararların sorumluluğunu taşıma yönünde aileler, bizim hiç alışık olmadığımız bir serbestlikte yaklaşıyor çocuklarına.
Mantığımın, birçok unsurunu doğru bulup, bir gün kendi çocuğum olduğunda yapabileceğimden pek emin olamadığım bir yetiştirme tarzı bu. Bir Türk olarak, koruma içgüdüsü yerleşmiş bir kere benimde benliğime. Altı aylık bir bebeği eksi onbeş derecede dışarı çıkarabileceğimi hiç sanmıyorum. Fakat hayatımın en az yirmi yılını sınav stresleriyle geçirmiş biri olarak, en azından çocuğumu yetiştirirken, okul, iş vb. fiziksel başarılardan daha çok, kendini tanıma ve ifade etme, karar verme ve verdiği kararları sürdürebilme, bedenini ve ruhunu iyi tanıyıp, sağlıklı bir beslenme ve yaşam tarzına odaklanacağımdan eminim. Tabi ki hayatın gerçekleri, ideallerimizde ki yaşamla çok örtüşmüyor. Herkes kendi yaşamında en iyisi olduğunu düşündüğü şeyleri sunuyor çocuğuna. Yine de “başarılı olmak” kavramını; mesleki ve maddi anlamda bir yere gelmekten çok, hayatın zorluklarıyla başa çıkabilme ve kendileriyle mutlu bireyler yaratma olarak genişletmek lazım. Ve yarının aydınlık Türkiye’si için, yetişkin-çocuklar yerine, hayata çocukluğunu hak ettiği gibi yaşayıp; büyümeyi becermiş yetişkinler sunmak lazım.